Esir

Neydi bizi esir eden, fark ettirmeden, hissettirmeden, sinsice yaklaşıp prangalar giydiren? Neydi yaşamı ellerimizden alıp giden, bizi durmuş akreple yelkovana tutsak eden?..
Esaret, biri maddede diğeri manada incelenmesi gereken bir konudur. Bu boyutta ele alacak olursak insanın bedenini hür kullanamadığını, sınırlayıcı ve kısıtlayıcı etkilerin altında esir hayatı yaşadığını söyleyebiliriz. Ancak insan bedenini hür bir şekilde yönetirse olmak istediği her yerde olabilir. Buna rağmen düşünce ve düşlerinde hep bir döngü içinde takılı kalabilir. Bu iki hâl birbirinden farklı iki esareti yansıtır. Düşüncelerdeki esaret, insanın hayat içinde yaşadıklarına takılı kalmasıyla başlar. Beklenti içerisine girdiği, düşlediği hayatı yaşayamayan insan; gerçek dışı isteklerin yarattığı hayal kırıklıklarının içinde mahsur kalır. Hayatının hayalini kurduğu sorunsuz bir hayata dönüşeceğini bekler durur. Bunun için mücadele vermenin, değişmenin, başka bir pencereden bakarak olayları anlamaya çalışmanın çözüm olduğunu göremez. Sadece etrafını suçlayarak, yaşadığı olumsuzlukları hak etmediklerini düşünüp kendi enerjilerini iyice aşağı çekerler. Zamanında yaşanılan olayları o kadar içselleştirirler ki yaşanan olayların hayatın deneyimlenmesinde ve bu deneyimler sonucu insanda doğru olan hâlin açığa çıkmasında yardımcı etken olduğunu görmek istemezler. Çünkü hayatın gerçekleri, insana onu mücadeleye sürükleyecek sorumluluklar yükler. Oysaki insan kurban rolüne girip hissettiği olumsuz duyguların içinde esir hayatı sürmenin verdiği tembelliğin peşindedir. Evet, yanlış duymadınız: tembellik. Hiçbir şey yapmadan öylece beklemek diyebiliriz buna. Hep bir kurtarıcının gelmesini bekleriz fakat kurtarıcının biz olmamız gerektiğini bir türlü fark etmeyiz. Çünkü tembellik etmek, hiçbir şey yapmadan öylece sorunları düşünüp durmak, bir adım atıp mücadeleye başlamaktan daha kolay gelir.
Neden mücadele etmek yerine kolaya kaçarız?
İnsan çoğu zaman gerçeği görmek istemez. Bazı insanlar kurban rolüne bürünmeyi sever. Bu rol kendisini daha masum hissettirir ve içten içe hatalı olduğu noktaları bilse de bunun üzerini örterek gerçeklik adı altında sahtelik yaratır kendine. Hâl böyle olunca da herkesin kendini masum gördüğü bir ortamda mücadele etmeye gerek duymaz. Düşlerde suçlayıp durduğumuz ve daha da dramatize ettiğimiz esir duygularına sarılıp gitmek kötü hissettirirken suçlayıcı konumda olmak bir o kadar iyi hissettirir. Oysaki suçun kendimizde olduğunu fark edersek yaşayacağımız vicdan azabının tüm bu sahtelikten daha acı bir gerçeklik olduğunu görürüz. Bu acıdan kaçmak yerine hatayı fark edip, bir daha yapmamak için mücadele edip irade gösterdiğimiz her konuda gerçek bir huzur ve algılayışın içine gireriz. Bu konuyla ilgili kendi deneyimimden örnek vermek yerinde olacaktır:
İş yerinde arkadaşlarımın sürekli yaptığım iş konusunda beni uyarması, bende ciddi bir şekilde negatif his ve düşünce oluşumuna neden olmaya başlamıştı. İşimi yaparken aklımın bir kenarında sürekli olarak beni neden eleştirdiklerini düşünüp herşeyime karışmalarının doğru olmadığı sonucuna varıyordum. Kendilerinin çok başarılı olmadığını ama buna rağmen bana konuşabilecek cesareti gösterdiklerine şaşırıyordum. Aklımda bunlarla boğuşurken bir taraftan da işim gereği birçok insanla uğraşıyordum. Peki zihnim böyle bir düşünce ile meşgulken diğer bir işle ne kadar sağlıklı bir şekilde ilgilenebiliyordum? Ben aslında mekân olarak işyerindeydim ama aklım arkadaşlarımın sözlerine takılı kalmıştı. Zaman akıp gidiyordu fakat ben o zamanın içerisindeki akıntıda ne yaptığımı fark etmeden zihnimdeki karmaşanın verdiği yükle cebelleşerek vaktimi öldürüyordum. Daha sonra fark ettim ki bir şeyde takılı kalıp saatlerce, günlerce, haftalarca, belki aylarca zihnimde kurcalayacağıma bu soruna bir çözüm bulup kendimi bu esaretten kurtarmalıydım. Peki neydi beni kurtaracak o çözüm? Nerede saklıydı?
Sorunu kendi zihnimde yarattığım gibi cevabı da yine kendimde bulmuştum. Geldiğim bu noktada bazı sonuçlara varmıştım: Aslında benim kibirli olmam ve kendime toz kondurmama çabam, iş arkadaşlarımın kişiliklerini olduğu gibi kabul etmemi engelliyor ve onlardan çıkan her söz beni esir duruma getiriyordu. Oysaki benim tavrım, kendimden emin bir duruşta ve onların düşüncesine saygı duyarak işime kaldığım prensipte devam etmek olmalıydı.
Yaşanılan olayları sorun hâline getiren bizler olduğumuz için sorunun çözüm kaynağı da yine bizdeydi. Bir olaya çok takılı kalıyorsak bir eksikliğimizin olmasından kaynaklıdır. Üstelik bu eksiklikler olaylara gerçek dışı yaklaşım göstermemize neden olur. Tıpkı nesnel ve öznel kavramlar gibi kişi, olaylara kendi yorumunu getirdikçe öznel bir bakış açısıyla sadece kendi hislerine göre algılamaya başlamaktadır. Oysaki insan; duygularını işin içine karıştırmadan, gerçekçi bir bakış açısıyla bakıp, kendisini de tarafsız olarak eleştirdiğinde gerçek bir kanıya varmış olur.
İnsanoğlunun hayatının her alanında gerçekçi olup, gerçekliği yaşayarak esirlikten uzak bir yaşam sürmesi dileğiyle…
Hak olan neyse o olsun.

Melisa YILMAZ