Tarihsel Süreçte Kadın

Kadın! Kadına dair onlarca tanım bulunmaktadır ancak onu hangi kelimeler en iyi şekilde anlatılabilir diye sorarsak şunlar söylenebilir: Kadın estetiktir, hünerdir, yaratımdır. Kadın anadır, doğurgandır, kollayıcıdır, savaşçıdır, yaşamın neşe kaynağıdır, okyanuslardan çıkarılan inci gibidir, şifadır ve dünyadır. Hepimizi hayata kazandıran onlardır. Kadın; hayatın her alanında, her yerde varlık göstermiş; sevgiyle dokundukları yeri yeşertmiş, onarmış ve bereket sağlayan bir kaynaktır. Eğitim alanından sağlık sektörüne, düşünürlerden bilim dünyasına, ekonomik hayattaki işlevselliğinden aile yaşantısındaki rollerine kadar toplumsal bilincin her yönünde ve her yerinde kadın varlığı olmazsa olmaz olarak kabul edilmiştir. Günümüzde hâlâ istenilen bilince ve farkındalığa ulaşılamamış olsa da çağdaş medeniyetler seviyesi içinde kadın değerlidir ve güçlüdür.

Peki, geçmişte neler yaşanmıştır, tarihsel süreçte nasıl bir var olma mücadelesi göstermiştir ki 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlanır hâle gelmiştir?

Dünya Kadınlar Günü’nün kökleri, işçi hakları hareketlerine dayanmaktadır. Bugün neredeyse tüm dünyada ses getiren eylemlere sahne olan 8 Mart’ın tohumları 1908 yılında, New York’ta 15 bin çalışan kadının daha kısa mesai süresi, daha yüksek maaş ve seçme hakkı talep etmesiyle atılmıştır. Bir yıl sonra Amerika Sosyalist Partisi 8 Mart’ı Ulusal Kadınlar Günü ilan etmiştir. Bu özel günü uluslararası hâle getirme fikrini ortaya atan ilk kişi ise Clara Zetkin’dir. Clara Zetkin, komünist bir aktivist ve kadın hakları savunucusudur ve 1910 yılında Kopenhag’da toplanan Uluslararası Emekçi Kadınlar Konferansı’nda Dünya Kadınlar Günü fikrini önermiştir. Konferansa 17 farklı ülkeden katılan 100 kadın, Zetkin’in önerisini oy birliğiyle kabul etmiştir ve ilk uluslararası etkinlikler 1911’de Avusturya, Danimarka, Almanya ve İsviçre’de düzenlenmiştir.

Dünya Kadınlar Günü kadınların toplumda, siyasette ve ekonomide katettikleri mesafenin kutlandığı bir tarih hâline gelirken, günün siyasi kökleri, süregelen toplumsal cinsiyet eşitsizliği konusunda farkındalık yaratmak için grevler ve protestolar düzenlenmesiyle sürdürülmektedir. Neden 8 Mart diye soracak olursanız, Dünya Kadınlar Günü fikrini ortaya atan Clara Zetkin’in aklında belirli bir tarihin olmadığını söylemek mümkün. Birinci Dünya Savaşı sırasında, tarihler 1917’yi gösterdiğinde Rus emekçi kadınlar “Ekmek ve barış istiyoruz” sloganlarıyla sokaklara çıkar. Eylemlerin dördüncü gününde ise Rus Çarı tahttan indirilir ve kurulan geçici hükümetle kadınlara seçme hakkı tanınır. Rusya’daki kadın eylemlerinin başlangıcı, Jülyen takvimine göre 23 Şubat’tır fakat dünya genelinde daha yaygın biçimde kullanılan Miladi (Gregoryen) takvimde bu tarih 8 Mart’a denk gelmektedir. O nedenle 8 Mart Kadınlar Günü olarak seçilmiştir.

Tarihsel süreçte “kadın” algısının nasıl oluştuğunu anlamak için farklı toplumlardan da örnek vermek gerekmektedir. Mesela Çin coğrafyasında kadının toplumsal yerinden bahsetmek son derece zordur. Zira kadının toplumda bir yeri yoktur. Kadınlar kendi kültürleri içinde hiç değer görmemiş hatta insan sınıfında dahi sayılmamıştır. Öyle ki kadınlara isim bile verilmeyip kendileri “bir, iki, üç” diye çağrılmıştır. Tanrılara kız çocukları kurban edilmiştir. Yine kız çocuğunun istenmemesi durumunda vahşi bir alana bırakılarak ölüme terk edilmesi yaygın bir uygulama olmuştur. Hint toplumunda kadın olumsuz ifadelerle tasvir edilmiştir. Kadının evlenme, miras gibi konularda söz hakkı yoktur ve kocası ölen kadının yaşamasına izin verilmemektedir. Babil toplumuna baktığımızda ise kadının sosyal hayata aktif olarak katılımı söz konusu değildir. Kadınların toplum içerisindeki konumuna dair bilgiler meşhur “Hammurabi Kanunları”nda kız çocuklarının kocalarına satılana kadar babalarının malı olduğu, kadının kocasını terk etmemesi gerektiği ve böyle bir davranışın cezasının nehirde boğulmak olduğu yer almaktadır. Eğer kadın, çocuk sahibi olamazsa erkeğe nikâhsız bir eş veya yardımcı kadın seçme hakkı tanınmıştır. Uygarlığın beşiği olarak gösterilen Yunan medeniyetine baktığımızda ise yine benzer bir tablo karşımıza çıkmaktadır. Kadın değersizdir, kocası tarafından şiddete uğrayabilir ve kadının miras hakkı yoktur. Görüldüğü gibi kadın birçok toplumda erkeğin kölesidir ve kendi hayatına dair söz hakkına sahip değildir.

Toplumların kadın algısı bu şekildeyken aynı yüzyıllarda var olan eski Türk devletleri hem kültürlerinde hem sosyal yaşantılarında siyasi alanlarda ve inançlarında kadına yüksek bir değer göstermektedir. Diğer ilk çağ medeniyetlerinden bu noktada ayrılmaktadır. Mesela eski Türklerde anaerkil bir düzen hâkimdir. Hakanlar, devleti eşleri ile birlikte yönetir ve eşlerine büyük saygı gösterir. Nitekim Kutluğ Han öldüğünde yönetimin başına eşi geçer. Hatta Büyük Hun İmparatorluğu ile Çin arasındaki ilk antlaşmayı Mete Han’ın eşi imzalar. Eski Türklerde kadın, sosyal ve siyasi alanın her yerinde karşımıza çıkmaktadır. Antlaşmaları imzalar, ata biner, savaşlara katılır. Eski Türkler kutsal gördükleri hakları “ana hakkı” olarak ifade ederler. Türk destanlarına, Dede Korkut Hikâyelerinde örneğin Banu Çiçek, Selcen Hatun’un isimleri geçer. Manas Destanında bir bölümde Manas’ı tek başına bir kadın kurtarır. Kadının şifacı özelliğine ve bereketine inanırlar, ibadetlerinde ve dualarında Umay Ana’dan, Ak Ana’dan, İslamiyet sonrasında ise Fatma Ana’dan destek istedikleri bilinmektedir. Anadolu’da birçok medeniyette ev sahipliği yapmış Horasan’dan gelen erlerin kurduğu inanç sistemi içinde de bu durum görülür. Kadın değerlidir, üç nurdan biridir. Kadın şahsiyetler arasında da en çok zikredilen Fatıma Ana’dır.

Türklerdeki aile yapısı Germenlerdeki gibi ataerkildir. Ancak İran ya da Roma’da olduğu gibi babanın mutlak hâkimiyeti söz konusu değildir. Kadın ile çocukların çeşitli haklarının bulunduğu daha çok pederi tür aile yapısı özellikleri gösterir. Ergenlik çağına kadar kız ve erkek çocukları bir arada eğitilmiş, birlikte oynamışlar, inanç ve cinsiyet ayrımı pek yapılmamıştır. Ergenlik dönemi ve sonrasında ise genç kız, evli kadın ve anne simgeleri üzerinden toplumsal anlamlandırmalar yapılmıştır. Destanlarda kahramanların anneleri ve eşleri gökten inen ilahî, parlak, nurdan varlıklar olarak nitelendirilmiştir. Anne ve eşlerin fizik ötesi soyut simgelerle anılması, onların cinsel bir obje olarak görülmediğinin ve siyasi, ekonomik ve sosyal haklarının kaynağını, inançlardan, ilahî ve kutsal varlıklardan aldığının bir göstergesidir. 11.yüzyılda yazılan Dîvan-u Lügâti’t-Türk adlı sözlükte şöyle bir sav geçer: “Kötü dilli kocadan, yalnız dul kadın daha iyidir.” Türk milletinde, kadına karşı sözlü şiddeti yermesi, kadının böyle bir durumda, eşinden ayrılabilme hakkının bulduğuna gönderme yapması ve kadının bu hakkının en az bin yıl önceden beri Türklerde bulunduğunu göstermesi açısından oldukça önemli bir savdır.

Tarihsel süreç içinde Türk kadının Cumhuriyet Dönemi algısına kısaca bakacak olursak, ilk olarak Kurtuluş Savaşı akıllara gelmektedir. Millî Mücadele’ye verilen olağanüstü gayret kadınların Millî Mücadele’ye olan destekleriyle tamamlanacak ve Cumhuriyet devrimiyle beraber Türk kadını yüzyıllardır görmediği modern ve çağdaş dünya düzeni içinde hızlıca itibar kazanacaktır. Diri diri toprağa gömülen kız çocuklarından, köle pazarlarında satılan kadınlardan, erkek hegemonyası altında ezilen ve erkeğe maddi manevi bağımlı hâle getirilen kadın imajından omuzların üzerinde taşınmaya değer Türk kadınına hızlı bir geçiş yapılmıştır. Atatürk, 1923 yılında İzmir’de yaptığı bir konuşmada şöyle der: “Şuna inanmak lazımdır ki dünya üzerinde gördüğümüz her şey kadının eseridir. Türkiye Cumhuriyetinde kadın; en saygın yerde, her şeyin üstünde yüksek ve şerefli bir varlıktır.” Atatürk, bir başka konuşmasında “Esenlikle, daha dürüst yürüyeceğimiz yol vardır. Bu yol, Türk kadınını çalışmamıza ortak yapmak, ilmi, ahlaki, sosyal, siyasi, ekonomik yaşamda erkeğin ortağı, arkadaşı, yardımcısı ve destekçisi yapmak yoludur.” der. Bu düşünce Türk toplumunda kadının bir kişilik kazanmasını sağlamıştır. Anlatılan bu süreci isimler üzerinden örnekleyerek açıklamak yerinde olacaktır. Bakınız: Afife Jale, ilk kadın tiyatro oyuncusu; Gül Esin, Türkiye’de seçilmiş ilk kadın muhtarımız(1933); Sabiha Bengütaş ilk kadın heykeltıraş (1921); Süreyya Ağaoğlu, hukuk fakültesinin ilk kız öğrencisi ilk kadın avukat (1925); Semiha Berksoy, ilk kadın opera sanatçısı; Jale İnan, ilk kadın arkeolog (1943); Semiha Es, Kore Savaşı’na eşiyle beraber giderek savaşın haber ve görüntülerini Türk milletine aktaran Türkiye’nin ilk savaş muhabiri; Sabiha Gökçen dünyanın ilk kadın savaş pilotu; Sabire Aydemir, Türkiye’nin ilk veteriner hekimi; Keriman Halis Ece, Atatürk’ün “Ece” soyadını verdiği 1932 yılında “Dünya Güzellik Kraliçesi” seçilen Türk kadınıdır ve bunun gibi birçok kadınımız vardır. Görüldüğü gibi kadınlar hızlı bir şekilde fiziksel, maddesel bir şekilde dönüşüme uğramış, eve ve erkeğe hapsedilen kadın zincirlerinden kopmuş, özü gürleşmiş ve kadına bakılan algı da çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşmıştır.

Sonuç olarak tüm bu zorlu süreçlerin nihayete ve hedefine ulaşmasında öncelikle bizlerin kadınlığımızla barışmamız gerekecektir. Kendi şifa kaynağımıza temas ettikçe, içsel olarak güçlendikçe, içimizdeki kadim, köklü ve güçlü bağlarla yaşama hakça bağlandıkça, ahlakta bizlere örnek olmuş şahsiyetleri örnek aldıkça yeryüzünün ve tüm insanların aydınlanma ve uyanma şansı devam edecektir. Yeryüzünün uyanışı dişil enerjinin tamamlanmasıyla ortaya çıkacaktır. Belki de yaşanan birçok sıkıntının yüzyıllar boyunca devam etmesinin sebebi budur. Kadınlar örselenerek dünya insanlarının gelişimine bir ket vurulmak istenmektedir. Oysa kadınlarına güvenen toplumlar ve kadınlarıyla iş birliği yapanlar ancak aydınlık bir gelecek kurabilirler ve şeytani her türlü planı beraber bozabilirler.

Burcu Yeliz ÖZER
Ebru Gündüz ARSLAN